Dünya Çalkalanırken, İçimizde Ne Duruyor?
Sabah uyanıyoruz, bir haberle sarsılıyoruz. Kimisi vicdanımıza dokunuyor—acı veriyor. Sonra katlanmak için, belki de dayanmak için, farkında olmadan yalanlara başlıyoruz. “Bir şey olmaz” diyerek, “bize dokunmaz” diyerek...

Sabah uyanıyoruz, bir haberle sarsılıyoruz.
Kimisi vicdanımıza dokunuyor—acı veriyor.
Sonra katlanmak için, belki de dayanmak için, farkında olmadan yalanlara başlıyoruz.
“Bir şey olmaz” diyerek, “bize dokunmaz” diyerek...
Ama dokunuyor. Hepimize.
Her haber bizi başka bir duygunun içine savuruyor.
Bir an geliyor, sadece “aman sende” deyip geçiyoruz.
Ama sonra... başka bir haberle, başka birinin acısında tekrar duruyoruz.
Ve çoğu zaman, en çok da korkuyoruz.
Kendimiz için değil belki, ama sevdiklerimiz için çok korkuyoruz.
Korktukça daha çok izliyoruz,
Daha çok izledikçe daha çok korkuyoruz.
Benim annem, her gün deprem korkusuyla arıyor beni.
Oysa deprem... korkuyla durdurulacak bir şey değil.
Ama korku—dolaşıyor, büyüyor, büyütülüyor.
“Korkutuluyoruz. Ve sonra, biz de dua ediyoruz:
Yeter ki bize olmasın.”
Sabah başka, öğlen başka, akşam bambaşka yönlere savruluyoruz.
Ve günün sonunda içimizde tuhaf bir yorgunluk kalıyor:
“Sanki her şey aynı anda oluyor.
Sanki hiçbir şey elimizde değil.”
Ama belki de asıl soru şu:
“Dünya bu kadar hızlı dönerken, ben kendi merkezimde miyim? Düzeni bozan ne?”
Tam da burada, Dostoyevski’nin bir satırı gelir aklıma:
“Bir idam mahkûmu ölümünden bir saat önce şöyle düşünmüş:
Eğer yüksek bir yerde, bir kayanın üzerinde, ancak iki ayağını koyacak kadar daracık bir yerde ömrü boyunca durması gerekse—ama yaşaması mümkünse—kıyamete kadar ayakta dursa da razı olurmuş.
Yeter ki yaşasın.
Nasıl olursa olsun, yalnız yaşasın.
Ne yaman bir gerçek!..”
Yaşamayı sevmek...
Onu bir taşın üzerinde dikilerek geçirmek midir?
Bana yaşam sevgisi hep coşkulu bir şey gibi gelir.
Yalnızca nefes almak değil.
Temiz bir vicdanla nefes alabilmek… Belki de budur asıl yaşam.
Hiç “yaşamı seçmek zorunda” kalmadım.
Ama şu soruyla sıkça karşılaştım:
Kendi yaşamını, bir başkasının yaşamının önüne koymakla mı başlar insanın yoldan sapması?
Düzen böyle mi bozulur?
Yoksa bu, insan olmanın kaçınılmaz eşiği midir?
Nefes alamama korkusuyla gelen “feda eylemleri”…
İçimizde bir yer hâlâ susmuyor.
Bir taşın üzerinde, kuş görmeden, çiçeğe dokunmadan,
sadece yaşamak için yaşanmış bir ömrün kıymeti nedir?
Çünkü yaşama arzusu bağ kurmayı da beraberinde getirir.
Ve bağ varsa, vicdan oradadır.
Bazen onu sustururuz, bazen bastırırız.
Ama sesi hep kalır bir köşede.
Vicdanı yoklamak, arada sesini dinlemek…
Yargısızca, sessizce, insan kalabilmek için…
Üstadın da dediği gibi:
“Yaşama arzusu vicdanın önüne geçtiğinde...
İçimizden çıkana, dönüştüğümüz şeye bakmak gerekir.”
______________
Ve belki de bütün mesele bu:
Görmek.
Bakmak.
Yargılamadan.
Ama unutmadan.
Çünkü insan, her şeyin bu kadar hızlandığı bir dünyada bile…
Kendi iç sesini duyduğu an durur.
Orada zaman yavaşlar.
Birinin acısı, bir çiçeğin kokusu, bir kedinin mırıltısı…
O görünmez bağlar—bizi hayata sabitler.
Yaşamak sadece nefes almak değil belki de.
Bağ kurmak.
Ve o bağın sorumluluğunu taşıyabilmek.
Vicdan dediğimiz şey de tam burada başlıyor.
Sadece başkasına değil, kendimize karşı da dürüst olabildiğimiz noktada.
Kimi zaman sevmeyi seçtiğimizde.
Kimi zaman vazgeçmeyi bildiğimizde.
Ve kimi zaman, kimsenin duymadığı bir köşede içimizden geçen o sesi dinlemeyi göze aldığımızda.
Üstadın dediği gibi:
“Yaşama arzusu vicdanın önüne geçtiğinde…
İçimizden çıkana, dönüştüğümüz şeye bakmak gerekir.”
Belki de o “şeye” bakmak zorundayız artık.
Korkmadan.
Savunmadan.
Sadece bakarak.
Çünkü insan, dönüştüğü şeyi tanımadığında;
başka bir şeye, başkasının eline, başkasının kararına dönüşmeye başlar.
Ve içimizdeki o canlı, ışıklı, tek arzusu daha çok sevgi olan o varlık…
Yavaş yavaş sessizleşir.
What's Your Reaction?






