Nefretin İçinden Geçerken

Nefreti konuşalım mı biraz? Hani şu içimize oturan, adı konmamış ama ağırlığı hissedilen şeyi… Hepimiz az çok tanırız onu. Belki bir insana, belki bir olaya, belki sadece bir hisse duyulan o şey. Ama bu yazıda ne yargılayacağız ne de kınayacağız. Birlikte nefretin içinden geçeceğiz. Belki kökenine ineceğiz, belki de sadece yanından geçip “sen neymişsin” diyeceğiz.

Jun 10, 2025 - 11:06
Nefretin İçinden Geçerken
           
               

Hani şu içimize oturan, adı konmamış ama ağırlığı hissedilen şeyi… Hepimiz az çok tanırız onu. Belki bir insana, belki bir olaya, belki sadece bir hisse duyulan o şey. Ama bu yazıda ne yargılayacağız ne de kınayacağız. Birlikte nefretin içinden geçeceğiz. Belki kökenine ineceğiz, belki de sadece yanından geçip “sen neymişsin” diyeceğiz.

Bazen nefret dediğimiz şey, incinmiş bir çocuğun sessizliği gibi oturur içimize. Söylenmemiş sözler, özürsüz geçen yıllar, “bunu bana nasıl yapar” dedirten anlar... Ve zamanla o kırıklık şekil değiştirir. Savunma olur, mesafe olur, bazen de adı konmadan nefret olur. Oysa hâlâ bir kırgınlıktır aslında, sadece kabuk tutmuştur.

Sokakta yürürken birbirimize bu kadar kızgın olmamızın nedeni ne? İnsan bazen düşünüyor: Bu kadar az konuşup bu kadar çok nasıl kızabiliyoruz? Belki de birbirimizin hikâyesini bilmediğimizden.

Film izlerken bağ kurduğum karakterleri düşünürüm bazen. Onları neden seviyorum? Neden anlayabiliyorum? Çünkü hikâyelerini görüyorum. Düşüşlerini, korkularını, yanlışlarını, pişmanlıklarını… Yani bir bütün olarak tanıyorum.

İnsanın kalbine alması için sadece bir an değil, bir hikâye gerek. Bütünlüklü bir bakış. O zaman o kişi, yaptığı tek bir şeyle tanımlanmaz. O anı aşar, varoluşuna taşar. Ve sen de bir hatasına değil, onun hayatına bakarak karar verirsin.

O yüzden nefret, bazen sadece tanımadığımızın yabancılığıdır. Belki de o kadar az bildiğimiz içindir, bu kadar kolay yargılayışımız.

En zoru kendimize duyduğumuz nefret belki de.  Nefret, başaramadıklarımız, yanlışlarımız, “neden öyle yaptım?” dediklerimiz değil kendimize yabancılaştığımız yerdedir . Başkasına yansıttığımız her sert bakış, biraz da kendimize tuttuğumuz aynadan sızıyor olabilir mi?

Az önce fark ettim... Belki de bütün yaşam, yargılanmadığımız bir alan arayışı. Olduğumuz gibi kabul edilmek istiyoruz. Hiçbir rol, hiçbir savunma, hiçbir “beni yanlış anladılar” cümlesi olmadan... İşte bütün o bozulmalar, kırılmalar, uzaklaşmalar da buradan başlıyor olabilir. Çünkü yargılandığımız yerde küçülüyoruz. Savunmaya geçiyoruz. Ve bazen, o savunma nefret oluyor.

Ama şu da var: Yargılar da öyle içimize işlemiş ki… Mesela bir köpeğin diliyle su içmesi ne kadar tatlı geliyor. Ama aynı şeyi bir insan yapsa? Tiksinti. Aynı eylem, iki farklı canlı, iki uç duygu. Bu örneği çoğaltabiliriz. Her şey, her davranış, hatta bazen sadece bir duruş bile bir başkasının yargısına takılabilir.

Peki o zaman… Gerçek ne? Gerçek olan, eylem mi? Bizim ona yüklediğimiz anlam mı?

Düşünüyorum da… Sevdiklerimiz genelde bize iyi hissettiren şeyler. Nefret ettiklerimizse içimizi sıkan, kötü hissettiren. Ama neden? Neye göre karar veriyoruz “bu iyi, bu kötü” diye? Bunu belirleyen sadece hislerimiz mi, yoksa içimize yerleşmiş bir sürü yargı mı?

Ve evet — işte burada yargılar devreye giriyor.

Bir şeyi sevip sevmediğimize, doğru ya da yanlış bulduğumuza karar veren şey çoğu zaman yaşadıklarımızla değil, öğretilmiş kalıplarımızla ilgili.

Ve yargılandığın yerlerde, zamanla sen de yargılamayı öğreniyorsun. Kendini korumak için. Kırılmamak için. Belki de görünmemek için.

Şimdi soruyorum. Yargılandığın için, hayatın bir yerinde, nefretin seni bir katile dönüştürebilir mi?

Belki fiziksel değil… ama içten içe birini yok saymak, görmezden gelmek, küçümsemek? Bu da bir tür öldürme değil mi?

Nefret bazen bir bağırış değil, uzun bir sessizliktir. Dışarıdan sakin görünür ama içeride ağır ağır işleyen bir şeydir. Ve en çok da kendine döner. Bakınız nefretle kestiğiniz cezalar hep kendinize verilmiştir. Sevginizi kısıtlarsınız mesela kalbin küçülüverir.

Çünkü farkında olmadan kendimizi yargılayan ilk kişi de biziz.

Belki de hepimiz bir yerlerde yargılandık.

Bir davranışımız, bir fikrimiz, bir sessizliğimiz yüzünden. Belkide sadece farklı olduğumuz için. Benzemediğimiz için. Ki bu benim her zaman çok yaşadığım bir şeydir. Bir türlü kendime bir yer bulamam bazen.  Ve o gün, içimize küçük bir şey yerleşti. Adını belki koymadık, ama hissettik.

Belki de o gün sessizce bir şey öğrendik: Farklıysan, dikkat çekmemelisin. Herkes gibi görünmelisin. Sıradan olan korunur, benzeyen kabul edilir.

Ama insan benzeyemeyince nereye sığınır? Ya içe döner ya da kendini değiştirmeye çalışır. İşte o an başlıyor içimizdeki çatlak: Gerçekten kim olduğumuzla, olmamız gerektiği söylenen kişi arasında açılan o sessiz mesafe...

 

Zamanla o duygu bir şeye dönüştü. Savunmaya… öfkeye… belki de nefrete. Ama unuttuğumuz bir şey var:

İçimizden geçen her şey, geçip gitmek üzere gelir. Kalıcı olan, onu nasıl karşıladığımızdır.

Nefret geldiğinde onu yalnız bırakmasak? “Niye geldin?” diye sorsak mesela. Belki cevabı incinmiş bir çocuk sesiyle gelir.

Sevgiyi büyütmek, her zaman kocaman kucaklar değil. Bazen sadece kendimize şunu demek:

“Evet, bunu da hissettim. Ama bu ben değilim. Sadece bana ait bir an.  Ve bu geçebilir.”

İçimizden geçenle kalabilmek…

Belki de en büyük cesaret bu.

— Bir Yolcunun Defteri

(Bu yazı, insan duygularına dürüstçe bakan bir yolculuğun izidir.)

What's Your Reaction?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow