Bu yönetim anlayışı ile HAKKIMIZDA HAYIRLISI demekten başka çare gelmiyor!!!
Yaşanan krizin nedeni Barış harekâtından bugüne kadar gelinen süreçte Kıbrıs Politikasının KKTC’nin tanınması anlamında sağlam zemine oturmamış olmasıdır.

Yaşanan krizin nedeni Barış harekâtından bugüne kadar gelinen süreçte Kıbrıs Politikasının KKTC’nin tanınması anlamında sağlam zemine oturmamış olmasıdır.
Değişen dünya düzeninde son yaşanan coğrafi sınırların değişimi üzerini kurulmuş politikaların ( Ukrayna-Rusya, Filistin-İsrail, Suriye, ABD’nin Danimarka’dan Grönland ısrarı, Pakistan-Hindistan) KKTC’nin tanınması için yapılan girişimlerin güven duyulan Türk dünyasında da karşılığının olmaması tetikleyici rol oynamıştır.
Yapboz tahtasına dönmüş bir stratejik istikrarsızlığa, garabet hükümetlerin garabet yönetim anlayışları da eklenince eğitimden, ekonomiye, güvenlikten, kültürel yozlaşmaya kadar sıkıntılı olan yönetimsel anlayışa karşı bir noktadan sonra bu krizin yaşanacağı aşikârdı.
………………………………
Kıbrıs Türk Federe Devleti, 15 Kasım 1983 tarihinde, meclisinin self-determinasyon hakkını kullanarak oy birliğiyle aldığı kararla Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) ilan etmiş. O günden bu yana, uluslararası alanda tanınma mücadelesi büyük bir kararlılıkla sürdürülmüş. Bu mücadelede kimi zaman toprak, kimi zaman nüfus, kimi zaman her ikisi birden fedakârlık olarak masaya konmuş, ancak hiçbir zaman kendi değerlerimizle çelişmemiştir.
Bu tutarlı duruş, Annan Planı sürecine kadar devam etmiştir. Annan Planı, toplumda “evetçiler” ve “hayırcılar” şeklinde bir ayrışmaya yol açsa da tartışmalar, milli değerlerden ziyade planın getirileri ve götürüleri üzerine yoğunlaşmıştır.
Crans-Montana süreci de Annan Planı gibi yıpratıcı olmuş, ancak her iki süreçte de esas sorun, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) uzlaşmaz tavrı olmuştur. Crans-Montana’da, Annan Planı’na kıyasla daha fazla fedakârlık yapılmasına rağmen, Rum tarafının tutumu, bumerang misali her defasında KKTC ve Türkiye’yi aynı noktaya geri getirmiştir.
Türkiye, her iki süreçte de çözüm iradesini dünyaya göstermek adına önemli adımlar atmıştır. Bu kapsamda, önce kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Raif Denktaş, ardından Derviş Eroğlu müzakere masasının dışına bırakılmıştır.
Aynı dönemde, Mehmet Ali Talat’ın görev süresi sona ererken, ses kayıtları ve Türkiye’deki iktidarla olan yakınlığının parti içinde yıpratılması, bir dönemin kapanışını işaret etmiş. Mustafa Akıncı’nın Crans-Montana’da verdiği tavizler –ki bunların hiçbiri kendi inisiyatifiyle alınmış kararlar değildir– ve Türkiye’nin Suriye’de yürüttüğü Barış Pınarı Harekâtıyla ilgili verdiği demeçler, onun da siyasi sonunun habercisi olmuştur.
Bugüne gelmeden önce, iki devletli çözüm politikasına geçiş sürecini ve bu süreçte yaşanan toplumsal tepkileri iyi analiz etmek gerekir. Bu süreci detaylıca anlatmak yerine, nasıl bir sonuca ulaşılacağına dair bir tahmin yürütmenin daha açıklayıcı olacağını düşünüyorum.
Son bir ayda, içeride ayrıştırıcı bir siyasi dilin hâkim olması ve hükümetin kendi iradesiyle karar alamama sorunu, toplumda ciddi bir gerilime yol açmıştır. Bu durum, yalnızca bir hükümet krizine değil, aynı zamanda siyasilerin itibar kaybına da neden olmuştur.
Siyasilerin itibar kayıplarını anlayabiliriz kendi tercihleridir onlar için bulundukları makam itibardan daha değerli olabilir ama halka KKTC özelinde bunu yaşatmaları toplum nazarında bir reaksiyon getireceğini görmemek amiyane tabirle saflık olur.
Bu halk bu reaksiyonu çok kez göstermiş ama bu seferki toplumsal reaksiyon olarak gözükmektedir.
Nasıl mı neticelenir?
3 Mayısta yeni meclisin açılışı ile hep birlikte izleyip göreceğiz.
Bu yönetim anlayışı ile HAKKIMIZDA HAYIRLISI demekten başka çare gelmiyor.
What's Your Reaction?






