Doğa, sadece dışsal bir güzellik değil, aynı zamanda ruhumuzun da şifacısıdır.

Gelişen teknoloji ve şehirleşme ile birlikte savaşlar, ekonomik krizler ve yaşamsal yüklerin getirdiği stres, her birimizi doğadan uzaklaştırıyor. Doğanın şifasını, onun içinden çıktığımızı, dolayısıyla geldiğimiz yeri unutturarak insanı hoyratlaştırıyor. İnsanız diye böbürlenerek, dağı, taşı, ormanı, hayvanı yok ediyoruz. Ancak unutmayalım ki, insan ruhu ile doğa arasında derin bir bağ var. Doğayı yok eden insan, kendi sonunu hazırlıyor.
Doğa, insanın ruhsal dünyasına ayna tutar; onu dengeler, negatif enerjiyi topraklar, sakinleştirir. Bu bağ hem şifalandırır hem de kalpteki sevgi enerjisini aktive eder. Peru'da, kutsal vadide, 3500 rakımlı bir noktada yaptığım bir şifa çalışmasında, toprakla kurduğumuz ilişkinin nasıl bizlere ayna olduğunu bizzat deneyimledim. Çıplak ayaklarla gün boyu yürüdüğümüz toprak, biz yumuşadıkça yumuşadı. Kalplerimiz yumuşadıkça, toprak da ayaklarımızı kadife gibi sarıp sarmaladı. Anladım ki, sert olan toprak değil, bendim. Toprak bana sadece ayna tutuyordu. Büyük şehirlerde her şeyden korktukça doğadan da korkar olduk. Hatta evcil hayvanlardan bile korkar olduk. Oysa onların dilinden anlıyorduk; aynı dili konuşuyorduk, bilmez olduk. Aslında korktuğumuz doğa değil, kendi yok ettiğimiz gelecek. Ne hikmetse çocuklarımızın susuz kalmasından korkmuyoruz da doğadaki hayvandan korkuyoruz. Tezat şu ki, bir yandan bahçeli ev hayali kurup, sonra o bahçedeki yalnızlıktan, doğadan, kuşlardan, kedilerden, tilkilerden korkuyoruz. Gerçekte gökyüzüne uzanan gökdelenler değil, insanın doğa ile kurduğu ilişki ve gösterdiği saygı, toplumların gelişmişlik düzeyini belirliyor. Haydi, bu kadim ilişkinin izini sürüp birkaç somut örnekle inceleyelim.
Birçok insan, stresli anlarında kendini doğanın kucağına atarak rahatlamaya çalışır. Hiç düşündünüz mü, doğada neden bir rahatlama yaşarız? Ormanda yürüyüş yapmak, deniz kenarında oturmak ya da dağların arasında bir patikada yol almak ruhumuzu dinlendirir, üretkenliğimizi artırır. Her nasılsa doğanın, insanın zihnini temizlediğini, stresini azalttığını ve içsel bir huzur sağladığını biliyoruz. Meditasyonun doğayla iç içe yapıldığında çok daha etkili olduğu bilinir. Doğanın ritmi, insanın kendi içsel ritmiyle uyum sağlamasına yardımcı olur. Egolarımızı yarıştırdığımız, çocuklarımızı anlamsız yarışlara sokarak bunalttığımız şehrin karmaşık temposundan uzaklaşır. Geldiğimiz ve unuttuğumuz yer olduğunu hatırlatırcasına kalbimize, kendimize doğru bir kapı açar.
Unutmuş olduğumuz asıl gerçek şu ki doğa bize hizmet etmek için var olmadı, o zaten vardı ve biz de onun bir parçası olarak vardık. Bizden ayrı bir şey değil, hizmetçimiz de değil. Böyle düşüncelere kapıldığımda "Avatar" filmi geliyor aklıma ve Avatar olasım geliyor. Bir de Nazım Hikmet’in dizeleri… "Yok edin, insanın insana kulluğunu, bu memleket bizim…" dizelerini dolu dolu söyleyesim geliyor. Evet, bu doğa, ormanlar, hayvanlar hepsi bizim ve biz de onların. Bu farkındalıkta olmak ya da olmamak, gelişmiş insan olmak demektir.
Son yıllarda yapılan birçok bilimsel araştırma da doğanın insan ruhu üzerindeki olumlu etkilerini doğruluyor. Harvard Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmaya göre, yeşil alanlarda zaman geçirmek depresyon ve anksiyete belirtilerini azaltıyor. Araştırmacılar, doğanın insanın prefrontal korteksini (stres ve odaklanmayı kontrol eden bölge) daha az aktif hale getirdiğini ve bu sayede kişinin rahatlamasına yardımcı olduğunu buldu. Fakat tüm bunlar olmasa bile, insanlığa hiçbir faydası olmasa bile doğayı yok etmeye hakkımız olmadığını düşünmekte özgürüm sanırım. Kendi dışımızdakilerin varlıklarına saygı duymakla başlıyor her şey.
Bazen düşünüyorum, acaba eski uygarlıklar doğa ile ilişki konusunda bizden daha mı iyiydiler? Mesela mitolojilerde; Antik Yunan’da ormanlar ve ağaçlar bilgelik tanrısı Athena’nın himayesi altındaydı. Athena’nın sembolü olan zeytin ağacı, bilgelik, koruma ve barış anlamına gelirdi. Benzer şekilde, eski Türk mitolojisinde ağaçlar, gökyüzü ile yer arasındaki köprü olarak kabul edilir ve insanın ruhsal yolculuğunu simgelerdi. Doğa, bireyin kendi ruhsal yolculuğunda rehberlik eden bir sembol olarak karşımıza çıkıyor.
Günümüzde insan, doğa ile bağ kurmayı tatil etkinliği gibi algılıyor. Şehirde yaşayan pek çok insan, doğadan uzaklaştıkça ruhsal anlamda sorunlar yaşıyor. Yüksek binaların, beton duvarların insanın ruhuna iyi gelmediğini biliyoruz. Minik bir doğa ile bağ oluşturma egzersizi yapabilirsiniz. Rahat bir oturuşa geçin. Gözlerinizi kapatarak nefesinize dikkatinizi verin. Nefesin dikkati getirdiğinizdeki hareketini fark etmeye başlayın. Biraz hızlanmış olabilir. Nefesi yavaşlatın. Doğa ile, ağaçlarla birlikte nefes almaya başlayın. Biraz daha yavaşlatın. Doğanın nefesine uyum sağlayarak nefes alın. Biraz bu şekilde kalın. İstediğiniz vakit gözlerinizi açabilirsiniz.
Doğa ile ruh arasındaki bağlantı, insanın en temel ihtiyaçlarından biri olan huzuru bulmasında önemli bir rol oynar. Stresli ve karmaşık modern yaşamda doğa, bize içsel dengeyi, dinginliği ve farkındalığı getirir. İnsanların deneyimleri, bilimsel araştırmalar ve mitolojik semboller, bu ilişkinin zaman ve mekân tanımadığını gösterir. Bu nedenle, ruhsal sağlığımızı korumak adına doğayla bağlantımızı kaybetmememiz, onun bir parçası olarak varlığımızı sürdürebilmemiz önemlidir.
Doğa, sadece dışsal bir güzellik değil, aynı zamanda ruhumuzun da şifacısıdır.
What's Your Reaction?






